Page 192 - KÜLTÜR ATÖLYESİ III
P. 192

190






            ANILARDAN                             kübudunla ne munis görünürsün?”      1806  Eylülünde  İstanbul’a  gelen

            DAMLALAR                              dediği  bu  İstanbul  şehri,  yerli   Chateaubriand, “Galata’ya yanaşır
                                                  ve  yabancıları  şaşırtan  trafiği,
                                                                                       yanaşmaz  rıhtımdaki  hareket  ve
                                                  caddelerini  dolduran  mahşeri       canlılık derhal göze çarpar. Halk,
                                                  kalabalığı, hudutları şehrin dışına   hamallar  ve  satıcılar,  bahriyeliler
                                     Elif Naci    taşıp  genişleyen  bu  İstanbul      kıyafetlerinden,       yüzlerinin

                                                  şehri  için  ne  çok  şeyler  yazılmış,   renginden,  konuştukları  dilden,
                                                  ne  çok  kitaplar  çıkmış,  şiirler   sarıklarından,       feslerinden,
                                                  söylenmiş...  Ben  bu  dar  çerçeve   şapkalarından  belli  idi  ki  bu
            AH İSTANBUL!
                                                  içinde elbette bu sıkıştırışmışlığın   kalabalık  Asya’dan  ve  Avrupa’dan
                                                  çözümünü     dileyecek   değilim,    gelmiş, birbirine yabancı insanlar
            Her  köşesinde  her  gün  yeni        bunun olanaksızlığını da bilmiyor    oldukları derhal anlaşılıyor,” diyor
            bir  çirkinlikle  karşılaştığım  şu   değilim  ama  yine  de  insanın      ve ekliyor: “Dikkatimi üç şey çekti.
            İstanbul’dan yakınmadığın an yok      susmaya gönlü elvermiyor.            Kadın,  köpek  ve  çan  sesi  yok.
            gibi.  Geçenlerde  yine  bu  konuda                                        Çarşıdan  çıkar  çıkmaz  mezarlığa
            üzüntümü  paylaştığım  eski  ve       Minareler  diyarı,  her  adımda  bir   girersiniz,   Türklerin   alışveriş
            aziz dostum Şahap Balcıoğlu beni      eski  eser,  mimari  şaheserleri  ile   yapıp ölmekten başka işleri yok…
            arabasıyla  Çamlıca’ya  götürdü.      dolu  bu  İstanbul,  Marmara’nın     Güvercinler  servilerin  dallarına
            İstanbul’un  gün  geçtikçe  artan     meltemli rüzgârları içinde baygın    yuva  yaparak  ölülerin  huzurunu
            çirkinliğine içi sızlayan bir kişi için   uyuyan  bu  şehrin  beş  yüz  bu   paylaşıyorlar.”
            bundan güzel ve etkili bir avunma     kadar yıldan beri başından geçen
            olamazdı.    Sokak   başlarındaki     serüvenler,  her  bozuk  kaldırımın   1832’de    Lamartine      gelmiş
            çöp     yığınlarında    tökezlene     anlattığı  binlerce  öykü  var.  Ezan   İstanbul’a. O da şöyle konuşuyor:
            tökezlene,  çamur  çukurlarında       seslerine  karışan  korna  sesleri,   “Boğazın    akıntısı   sayesinde
            yuvarlanarak    dolaştığımız   bu     camiler,   mescitler,    türbeler,   yıkanan  granit  destekler,  mermer
            tarihi,  bu  turistik  kentin  bu     çeşmeler,    kuleler,   kaleler…     ince sütunlar, Arabesk parmaklıklı
            estetik  bozgunu  karşısında  içi     İstanbul kolay anlatılamaz.          taraçalar, güneşte parlayan camlar,
            ezilenlerin  her  türlü  zahmete                                           balkonlardan    sarkan   çiçekler,
            katlanarak Çamlıca tepesine kadar     Sevili  ve  davul  sesi  gibi  güzeldir   şahnişinler,  gül  bahçeleri,  servi
            çıkmalarını öneririm. İnsan orada     uzaktan    İstanbul.    Nedim’in     korularına  yol  veren  kemerler,
            biraz rahat nefes alıyor ve bilgi ile   “Bu  şehri  Stanbul  ki  bir  misl  ü   evlerin  içinde  suları  şırıldayan
            iyi  niyetin  neler  başarabileceğine   bahadır./Her  sengine  bin  acem   fıskiyeli  havuzlar,  taştan  dantel
            inancı,  hayranlığı  artıyor.  Ve     mülkü  fedadır”  dediği  günlerde    gibi  işlenmiş  veya  bir  ressam
            Çelik  Gülersoy’a  gönlü  minnetle    Kâğıthane,  sadâbâd-ı  yaşıyordu.    paletinin  bütün  cömertliği  ile
            doluyor.                              Divan  Şiirinde  İstanbul’u  bir     boyadığı  tavanlar,  şehvet  dolu
                                                  defa  görenlerin  artık  ayrılmak    hapishanelerdeki  esir  odalıkların
            Tevfik Fikret’in: “Ey köhne Bizans,   istemedikleri  bir  diyardır.  Öyle   hareketsiz  gölgelerini  belirten
            ey  koca  fertut-u  musahhir,  /  Ey   büyülü  bir  hali  vardır.  Yahya   hârem     dairleri...   Ağaçlıklar,
            binbir  kocadan  arta  kalan  hive-i   Kemal  bile  yıldızlarda  malikâne   kayalar, bahçelerinin nihayetindeki
            ha kir/ Hüsnünde henüz tazeliğin      verseler  yine  İstanbul’a  dönmek   dehlizde  efendisine  şerbet  ve
            sihri hüveyda./ Hâlâ titrer üstüne    istediğini  söyler.  Yabancıların  da   nargile hazırlayan köleler.”
            enzar-ı temaşa./ Hariçten uzaktan     İstanbul için söyledikleri arasında
            açılan  gözlere  süzgün/  Çeşman-ı    dikkate değerlerini okudum.          1900’de ise Pierre Loti gelmiş. O da
   187   188   189   190   191   192   193   194   195   196   197